29. Altın Koza Film Festivali’nde İzlediklerim

Eylül ayı takvimlerde kendini gösterince Altın Koza heyecanı da başlıyor. Hafta boyunca yüzlerce film gösterimi ve etkinlikler gerçekleşirken bu yıl yarışmaya belgesel kategorisi de eklendi. Bu karar kimine göre tartışmalı olsa da kurgu ve belgesellerin tek çatı altında yarışmasından hoşnut olmadığım için ben mutluyum.

Önceki yıllarda uzun metraj bölümünde daha fazla film yarışırken bu yıl hem nicelik hem de nitelikte düşüş var. 8 filmin boy gösterdiği yarışmada eleştirmenlerden art arda gelen olumsuz yorumların yanı sıra jüri de “Yılmaz Güney Ödülü”ne layık(!) bir film olmadığını dile getirdi. Ülkemizde festivallerin tarafsızlığı sık sık sorgulanırken gündeme düşen haberler de sanattan oldukça uzak. Altın Koza’nın bu söylemlere karşı çıkmak bir yana destekleyen bir duruşu var.  Öyle ki sahnede ödül alan yönetmenin elini sıkmayan isim, bu yıl tekrar sunucu olabiliyor. Adana Belediye Başkanı tören konuşmasında jüriye etkisi olmadığını belirtti, umarım bu sözler yalnızca lafta kalmaz.

Festivalde yarışmasa da gösterimleri gerçekleşen çok sayıda uluslararası film var. Altın Koza bu seçkisiyle takdiri hak ediyor. Cannes’dan çeşitli ödüllerle ayrılan filmler ülkemizdeki ilk gösterimlerini Adana’da yapıyor. Romanya’dan Hindistan’a kadar değişik coğrafyaların başarılı filmlerine festival davetlileri ve yerli halk büyük ilgi gösteriyor, biletler kısa zamanda tükeniyor. Ben ağırlığı uluslararası filmlere versem de bu hafta yerli yabancı tam 6 film izledim. Hepsini kısaca değerlendirdiğim festival sürecime bir göz atalım: 

1) BUTTERFLY VISION

Butterfly Vision, Ukrayna savaşında esir düşüp çeşitli işkencelere maruz kalan kadın askerin savaş sonrası travmalarını merkeze alıyor. Lilia’nın psikolojik durumu, rüya ve gerçeğin iç içe geçtiği anlatımla veriliyor. Soğuk tonların hâkim olduğu filmde yer yer dijital görüntü kullanımı seyirciye rahatsız edici bir deneyim yaşatıyor, tam da amaçlandığı gibi. Filmin; savaşı cepheden değil birey ve toplumsal alışkanlıklar özelinde anlatması günümüz dünyası hakkında fikir verirken, türleri arasında da öne çıkmasını sağlıyor. Her alanda karşımıza çıkan sosyal medya, bu hikâyede de yan rolde. Sadece bununla sınırlı kalmayıp kadın olmak, kürtaj gibi noktalara da kendi öyküsü içinde el atıyor.

Rusya-Ukrayna savaşının gündemde yer bulmasıyla film daha özel bir konuma gelse de önemli meseleleri derine inmeden sunması ve finaliyle ortalama bir yapım diyebiliriz.

(Butterfly Vision)

2) KERR

Kerr, Türkiye’nin Oscar adayı seçildikten sonra ilk gösterimini Altın Koza’da yaptı. Bu haberin de etkisiyle film ve ekibine ilgi yüksekti. Seanstan birkaç saat önce gişede uzun kuyruklar oluştu. Film öncesi sohbetlerimde farklı görüşleri dinlemek beklentimi orta seviyede tutmamı sağladı. Tayfun Pirselimoğlu, Kerr filmini aynı isimli kitabından uyarlamış.  Ben kitabı okumadığım için filme mesafeli bir taraftayım. Çünkü filmin anlatısı metaforlardan beslenmiyor, direkt kendisi bir metafor. Bu da seyircilere sonsuz bir alan açıyor. Filmde ismi gibi sürekli tekrar eden, başladığı yere dönen, sonuçlanmayan bir arayış var. Görselliği, dinamik yapısı ve kendine has mizahı göz doldursa da kurduğu bu absürt yapının içinde seyirciyi cevapsız sorular döngüsüne atması sıkıcı bir deneyime dönüşüyor. Söyleşide ekibe filmin ne ifade ettiği sorusu çok geldi fakat yönetmen bu anlam gayretini yanıtsız bıraktı. Net cevaplar verip seyircinin zihnine müdahale etmek istemediğini dile getirdi ve ekledi “hayat çok anlamlı da bir tek bu filmi mi garip?”

(Kerr)

3) SUNA:

Yönetmen Çiğdem Sezgin, orta yaşı geçmiş iki insanın nikâhıyla başlayan kadın hikâyesinde daha önce örneğini çok görmediğimiz bir filme imza atıyor. Başına buyruk bir karakter olan Suna, geleneksel bir adamla evlenince geçmiş travmaları, bağımlılıkları da yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyor. Karakterler siyah-beyaz sınırlarına yakın değil ama filmin taraf tuttuğu aşikâr. Aidiyet, evlilik ve kadın erkek meselelerine bakış açısıyla güzel bir tonda açılış yapsa da senaryonun gidişatı beni hayal kırıklığına uğrattı. Başladığı tarzda devam etse kendi içinde tutarlı ve sağlam bir film olacakken, Fırat Tanış’ın aşırı karikatürize karakterinin devreye girmesiyle gerçekleşen yapay diyaloglar ve Suna’nın içinde bulunduğu ilişkiler bunu sekteye uğratmış. Muhafazakârlık eleştirileri değerli olsa da filmden sıkıntılı mesajlar da çıkmaya müsait.

Suna, festivalden yalnızca seyirci ödülüyle ayrıldı. Uzun metraj seçkisinden başka film izlemediğim için ödül dağılımı hakkında net bir görüşüm yok ama yine de filmden sonra Nurcan Eren’e Kadın Oyuncu Ödülü gider diye varsayımda bulunmuştum.

(Suna)

4) THE WORST ONES

The Worst Ones, Cannes "Belirli Bir Bakış" ödülünü aldıktan sonra geçtiğimiz günlerde Fransa’nın Oscar Adayı oldu. Yoksul bir yerleşim yerini anlatan film için yapılan oyunculuk seçmeleriyle açılıyor sahne. Film içinde film fikrini her zaman sevmişimdir, üstelik girişiyle gerçek mi kurgu mu ikilemde bırakması ve karakterlerin ilk oyunculuk performanslarının altından başarıyla kalkması takdire şayan. Film kurgusal olsa da ekrana gelen bazı sahnelerde seyirciye “acaba” dedirten gerçekçi, belki de otobiyografik bir tarafı var.

Film esasında oyuncuların çekim sürecinde yaşadıklarına ve duygusal deneyimlerine odaklansa da arka planda mahallenin sosyokültürel yapısı ve sınıf eleştirileri ihmal edilmemiş. Farklı yaşlardan çocukların aşkı, öfkeyi ve sevgiyi en saf haliyle yaşaması izleyicilere duygusal ve keyifli bir seyir sunarken yönetmen karakterin yer yer obsesif tutum sergilemesi filme yeni dramatik açmazlar yaratıyor. Bu yılın favori filmleri arasında yer aldı bile.

(The Worst Ones)

5) CORSAGE

Corsage, “Sisi” lakaplı Avusturya Kraliçesi Elisabeth’in 40 yaş sonrası bunalım dönemine bir bakış sunuyor. Final kurgusal tasarlansa da filmin büyük bölümü tarihsel gerçekler doğrultusunda yazılmış. “Sisi” sendromuna da ismini vermiş Kraliçe, cemiyet hayatını ve kalabalığı sevmeyen saraydan elinden geldiğince çıkıp gezintiler yapan bağımsız bir karakter. Sahip olduğu imkânlardan ziyade mütevazı bir yaşam isteyen depresif mizacı; yeme problemleri ve cinsel doyumsuzluk gibi rahatsızlıkları da beraberinde getiriyor. Film şahane bir sanat tasarımına sahip. O şatafatlı hayatın içinde karakterin psikolojisini yansıtan sinematografi ve müzikler çok etkileyici. Günlük yaşamı anlatan sakin yapısı ve geniş planları ile 2 saatlik süresinin her anını hissettiren ağır tempolu bir serüven.

Filmin daha önce izlediğimiz Spencer ve Marie Antoinette gibi saray kadınlarını akla getiren tarzından da bahsetmeden geçmeyeyim.

(Corsage)

6) AFTERSUN

Aftersun'ı festivalin son seansında tam dolu bir salonla birlikte izledik. Filmin başında tatil için Türkiye’yi tercih etmeleri hemen ilgimizi çekti. İz bırakan hikâyesiyle de bunu son ana kadar taşıdı. Filmin, çocukluktan ergenliğe geçen bir kız ve yaşamında dikiş tutturamamış babanın bağına odaklanıp gittikçe daha da yükselen bir anlatısı var.

Film, izlediğimiz birkaç günlük tatil boyunca baba kız ilişkisi altında bir çatı kurarken iki karaktere de kendi ekseninde hikâye alanı tanıyor. Oyuncular filmin genelinde birbirinden rol çalmayıp harika bir bütünlük oluşturmuş. Paralelinde devam eden anlık gece kulübü sahneleri başta bir anlam ifade etmezken yavaş yavaş başı, ortası, sonu olan bir dizim ortaya çıkıyor. Böylece filme bir katman daha ekleniyor.

Kız, bedeni ve ruhundaki değişimleri takip edip büyürken baba da her adımda sona biraz daha yaklaşıyor. Tempoyu ve duygusal dozu finale doğru arttıran, salondan çıktıktan sonra da devam eden etkileyici bir film olmuş. Önemli festivallerde adını sık sık duyacağımıza eminim.

(Aftersun)


Yorumlar

Popüler Yayınlar